Bir kısım insan tüketmeye, bir kısım insan ise üretmeye gelmiştir sanki dünyaya. Bir kısım; durmadan isteyen ama bir türlü vermeyen, üzerinde ot bile bitmeyen verimsiz bir topraktır âdeta. Diğer kısım ise çok az su ve bakımla üzerinde türlü türlü meyveler, ağaçlar, çiçekler veren toprak gibidir.
İnsanlar aslında kendilerine belirledikleri doğrultuda yürürler. Varlıklar âleminde bulunma nedenlerine verdikleri cevap doğrultusunda bir ideal oluştururlar. Bireylerin bu var olma idealleri; onların yaşamlarını ve davranışlarını, verim düzeylerini de belirler.
O zaman temel sorumuz şudur: Yaşam ideallerimizin derinliği nedir? Diğer bir ifade ile bir insan olarak var olma ideallerimizin derinliği, genişliği, çapı, ufku nedir? Sadece kendisine dönmüş, bireysel çıkarları için çabalayan, çorak bir toprak mı? Yoksa yüzünü kendisi dışındaki dünyaya dönmüş, verici ve verimli bir toprak mı?
Yaşam ideali kendi maddi varlığı ile sınırlı olanlar, kariyer beklentileri kendi istekleriyle sınırlı olanlar için hayat; doğum ile ölüm arasındaki kazanımlardan başka bir anlam taşımaz. Onları yaşamın öncesi kadar sonrası da ilgilendirmez ve boştur. Oysaki yaşam ideali kendi maddi varlığı ile sınırlı olmayanlar, sadece kendileri için değil başkaları için de yaşarlar. Hatta bazen başkaları için yaşamayı tercih ederler.
Bugün aranan bu insan tipine olan ihtiyaç, gün geçtikçe artıyor. Almanın dayanılmaz tadını elinin tersiyle itip, vermenin dayanılmaz tadına aday olanları arıyor günümüz toplumları. İnsanlar, kendilerine belirledikleri yaşam ideali kadar insan olurlar. İnsanlar, başkalarına kattıkları katma değer kadar insandırlar. Asıl olan kadın ya da erkek olmak değildir. Asıl olan “er” olmaktır. Onların bedenleri farklı ama ruhları aynıdır. Yani ruhun cinsiyetinden söz edemeyiz.
EGOMUZ HANGİ DÜZEYDE?
İnsanın ego benlik algısı, çeşitli düzeylerde gelişmiştir. Egonuzun gelişimi, onu algılama düzeyiniz yaşamınıza ve davranışlarınıza yansır.
Egonun en aşağı düzeyi olan “ben” konumunda, kişi kendi için yaşar. Hep önde ve merkezde olmak isteyen, içgüdülerini tatmin etmek adına çalışan, başkasını salt kendine hizmet için gören bir durum söz konusudur. Kişinin hayatında öteki yoktur ya da öteki ancak kendine faydası yönüyle vardır. Kişi sadece kendisi için vardır, kendisi için yaşar. Kişi; her eşya ve olaya, “ben”e faydası gözü ve uğraşısı ile yönelir. Düşünce ve davranışları kendini aramaya yönelir.
Egonun ikinci aşaması “Ben ve Sen”dir. Bu aşamada kişi, kendi benliği yanında diğerini de kabul eder. Benlikten tamamen çıkılmamıştır ama ötekinin varlığı kabul edilmiştir.
Egonun üçüncü gelişim aşaması, bireyin belirli bir olgunluğa eriştiği “Sen” aşamasıdır. Kişi artık “Ben” odaklı olmayı terk etmiş, başkası için var olmanın derdi ile hareket eder hâle gelmiştir. Kişi; her eşya ve olaya, kendine faydası ya da başkasına faydasını da gözeterek bakmaya başlamıştır. Düşünce, tutum ve davranışlarının özünde başkalarına bir katma değer üretme derdi vardır. Böylece başkalarının rızasını almak ister. Birey, kendini önde tutmayıp başkası için yaşama erdemine ulaşmıştır.
Nefsin gelebildiği son aşama “Marifetullah”tır ki, bu aşamada kişinin hayatının özünde “Yaratıcı” vardır. Her düşüncesini, duygusunu, davranışını bu temel gerçeğe göre organize eder. Tek derdi Allâh’a yönelmektir. Yaşamının merkezinde bu gerçek yer alır. Kişi her türlü olaya kendini ihmal ederek, başkası öncelikli bakmaya başlar. Düşünce ve davranışlarının özünde kendisi değil başkası vardır. Başkalarına yapacağı iyilikler üzerinden Yaratıcı’nın rızasına kavuşma derdindedir. Yöneldiği her yerde “O”nu görmeye, “O”nu algılamaya uğraşır ve “O”nunla birlikte olmaya çalışır. Eşya ve olayları, “O”na yönelmenin bir uğraşı olarak görür.
MODERN İNSANIN ÜÇ HASTALIĞI:
ÇOK YEMEK, ÇOK KONUŞMAK, ÇOK UYUMAK
Modernitenin çocuğu olan modern insanın, üç hastalığı var günümüzde. Bunlar günümüz dünya insanının hangi konumda olursa olsun başlıca zaafları hâline geldi. Çok uyuyoruz, çok yiyoruz, çok konuşuyoruz.
Tabi ki insan olarak temel ihtiyaçlarımızı karşılamalıyız. Yemeliyiz, uyuyup dinlenmeliyiz, konuşmalıyız. Beden sağlığımızın ve hayatımızın devamı için bunlar gereklidir.
Çok yemekten, hızlı yemekten, düzensiz yemekten, ahlak ve edebe uygun olmayan yemekten, doğal olmayan beslenmeden dolayı bugün dünya nüfusu çok önemli hastalıkların pençesinde. Obezite ciddi bir sorun. Çok yiyerek bedenimize zulmetmemeliyiz. Konya’da danışmanlık yaptığımız kurumda herkesin gıpta ettiği, fiziği ile dikkat çeken bir yönetici vardı. Hiçbir rahatsızlığı yoktu ve vücudu çok dinçti. Özel görüşmemizde sorduk. Cevap ilginçti. “Çok az yemek yiyorum. Çok az uyuyorum. Üzerime vazife değilse, konuşmamayı tercih ediyorum.” demişti.
Gelelim uykuya. Uyku sorunu da hat safhada. Öyle ki, hastanelerde uyku hastalarıyla ilgili bölümler açılıyor. Ya çok uyuyoruz yahut uyuyamıyoruz. Kısacası dinlenemiyoruz. Çok uyuma aslında dinlenmeyi değil; büsbütün yorgunluğu, hastalığı, gevşekliği beraberinde getiriyor. Günlük etkinliğin zayıflaması da gene arzu edilen dinlenmenin olmaması ile ilgili.
Halk arasında ne güzel söylenmiş: “Çok konuşan, çok yanılır.” diye. Malayani yani boş konuşma; gereksiz tartışmaları, bilgi çatışmalarını, bilgi yarıştırmalarını, bunlar ise çoğu zaman şiddete varan davranışları körükler. Oysaki çok bilen çok konuşmaz. Genellikle cehaletin göstergesidir hemen her yerde, her konuda öylesine konuşmak. Maalesef ilgili uzmanlığı olmadığı hâlde herkes her şeyi konuşuyor. Hatta tartışıyor. Taraf oluyor. Keskinleşiyor. Fikrinin galip gelmesi için kıyasıya mücadele ediyor. Tüm bunlar ise sonuçta kendimizi ifade öz amacını aşıyor, benliklerin şişmesine ve egoların önlenemez yükselişine yol açıyor.
Şu hâlde yemek, uyku ve konuşma konusundaki temel ilke; ölçüyü kaçırmamaktır. Bunlar insanın hayatını sürdürmesinde ayrılmaz davranışlar olduğuna göre azlığı tercih etmek, aşırıya gitmemek; kendimizi hem zihin hem de beden olarak daha rahat hissetmemizi sağlayacak ve duygusal olarak da oturmuşluğu yakalamamıza yardımcı olacaktır.